Başvurucu Vakıf, Osmanlı Dönemin'nde imparatorluk sınırları içinde faaliyette bulunan bir vakıf iken Mısır'ın imparatorluktan ayrılması ile Mısır'ın egemenliğindeki bir vakfa dönüştüğünü ve bireysel başvuruya konu Aya Yani Kilisesi ve Manastırının ayrı bir tüzel kişiliğe sahip olmayıp kendisinin Fener Rum Patrikhanesi nezdindeki temsilcisi olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucuya göre Lozan Barış Antlaşması'nda özel bir rejime tabi olduğu kabul edildiğinden kilise binası ve arazisinden oluşan mal varlığı da kendisine aittir. Başvurucu, kendisine ait bir mal varlığı olup ayrı bir tüzel kişiliği bulunmadığından vakıf statüsünde olduğu kabul edilemeyecek kilise ve manastırın mazbut vakıflar arasına alınmasının mümkün olmadığı görüşündedir. Başvurucu, iade isteğinin Vakıflar İdaresince reddedilip bu işleme yönelik iptal davasının aleyhe sonuçlandığından kilise ve arazisinden oluşan mal varlığından mahrum kaldığını belirterek mülkiyet hakkının ve bu taşınmazların niteliği dikkate alındığında inanç özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
Somut olayda başvurucu, Vakıflar İdaresinin 6/6/1977 tarihli mazbut vakıflar arasına alma kararının iptalini idari yargıda talep etmiş olup anılan işlem iptal edilmeden bireysel başvuruya konu mal varlığının başvurucu adına tapuya tescili mümkün değildir. Öte yandan Bakanlığın tüketilmesi gereken bir yol olduğunu ileri sürdüğü tapu iptali ve tescili davasında mal varlığının mazbut vakıflar arasında bulunması nedeniyle davalı tarafta yine Vakıflar Genel Müdürlüğü yer alacak olup aynı idarenin mevcut davaya taraf olduğu, savunmalarında da davanın reddi gerektiğini ileri sürdüğü gözden uzak tutulmamalıdır. Başvurucunun ayrı bir tapu iptali ve tescil davasında Vakıflar Genel Müdürlüğünün mevcut davadaki savunmalarından farklı bir sonuca ulaşacağını düşünmek için elde bir veri bulunmamaktadır. Bu itibarla başvurucunun talebinin esasının karara bağlandığı da gözetildiğinde başvuru yollarının tüketildiğinin kabulü gerekir.
2762 sayılı Kanun'un 44. maddesi uyarınca bu vakıf yöneticileri tarafından idareye verilen ve uygulamada 1936 Beyannamesi olarak adlandırılan bildirimler yargısal kararlar ile vakfiye (vakıf senedi) olarak kabul edilmiş ve cemaat vakıfları buna bağlı olarak tüzel kişilik kazanmıştır. Beyannameler esas olarak vakfın amacını, vakfın sahip olduğu taşınmazları, gelirlerini ve vakfı idare edenlerin kimlik bilgilerini içermekte olup bir vakıf kurulmasına ilişkin bir irade açıklaması içermemektedir. Türkiye Cumhuriyeti içinde faaliyette bulunan vakıflar yönünden bu beyannamelerin vakfiye olarak kabul edilmesiyle vakıfların tüzel kişilik kazanması ve böylece hak sahibi olması gibi olumlu kazanımlar sağlanmıştır. Ancak somut olaydaki gibi Osmanlı Devleti'nin dağılmasıyla ülke sınırları dışında kalan vakıflar bakımından bu vakıflara ait mal varlıklarının aynı gerekçe ile müstakil vakıf olarak kabulü bu vakıfların sahip olduğu mal varlığı üzerinde olumsuz etkiler doğurmuştur.
Sonuç olarak başvuru konusu olayda başvurucu; vakıf statüsüne sahip olmadığı, bu hususta bir iradesinin de bulunmadığı belirtilen bir mal topluluğunun öncelikle vakıf statüsüne alınıp buna bağlı olarak sonrasında mazbut vakıflar arasına alınarak vakfa ait mal varlığının yönetiminin idareye geçmesine imkân tanındığından yakınmıştır. Başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında kendisine ait taşınmazın iadesi istemi Mahkeme tarafından taşınmazın mazbut vakıflar arasına alındığı ve bu kararın geri alınamayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. Lozan Barış Antlaşması uyarınca Mısır tabiiyetinde bulunduğunu belirten başvurucunun İstanbul'da sahip olduğu taşınmaz üzerindeki mülkiyetinin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra korunmayacağına ilişkin bir kanun hükmü gösterilememiştir. Bu durumda 1977 yılına kadar cemaati tarafından fiilen kullanıldığı bizzat idare tarafından tespit edilen kilise ve arsasından ibaret olduğu belirtilen bir taşınmazın açık bir kanun hükmüne dayanılmaksızın idarenin tek taraflı işlemiyle mazbut vakıflar arasına alınarak yönetimine el konulduğu ve iade talebinin de bu idari işleme dayalı olarak reddedildiği öne sürülen başvuruda, başvurucunun davanın sonucuna etkili, ayrı ve açık yanıt gerektiren müdahalenin kanuniliğine ilişkin iddia ve itirazları mahkemelerce ilgili ve yeterli bir gerekçe ile yanıtlanmamıştır.
Anayasa'nın 35. maddesinde bir temel hak ve hürriyet olarak düzenlenen mülkiyet hakkının en temel güvencelerinden biri olan müdahalenin kanuna dayalı olması ölçütü, bireyleri kamu makamlarının keyfî ve öngörülemez müdahalelerinden korumayı amaçlamaktadır. İdari kararın dayanağı olan 1936 Beyannamesi'nin verilmesinden uzun yıllar sonra benimsenen içtihada dayalı uygulamanın öngörülebilir olmadığı gibi başvurucunun müdahalenin kanuni dayanağına yönelik iddia ve itirazları da mahkemelerce ilgili ve yeterli bir gerekçe ile karşılanmamıştır. Buna göre mevcut hâliyle somut olay bağlamında başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahale Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerinde öngörülen kanunilik ölçütünü karşılamamaktadır. 
Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
Kaynak: Başvuru Numarası: 2018/26955 Karar Tarihi: 14/12/2022 (Sina Aziz Manastırı Ve Başpiskoposluğu (Tur-U Sina Manastırı) Başvurusu)
Yazar: Av. Mehmet TAV, Stj. Av. Bayram GÜNBAY.